“Hikâye anlatanların hikâyesi”

Yaşam, hikâyelerle doludur. Anlatma isteği ise doğuştan gelen bir ihtiyaçtır ve ilkel toplumdan modern topluma tılsımını korur. Gün boyu kafelerde, restoranlarda, otobüste, trende, evde, markette pek çok hikâyeyle karşılaşırız. Duyduklarımız, gördüklerimiz, düşündüklerimiz, başımıza gelenler ve onların karşısında yaptıklarımız, yapmadıklarımız, söylediklerimiz, söylemediklerimiz hayatımızı yönlendirir. Tüm bunlar yaşamın dokusunu oluştururken, bizi biz yaparlar.

Yazarlarsa bununla kalmaz, yaşamın gerçekliğinden yazının kurmacasına köprüler inşa ederler. Gerçek hayattan esinlenilmiş metinlerin de, yaşamla dolaylı yoldan ilişki içinde olan öykülerin de ayrıntılı olarak anlatanın zihninde canlanması, biçimlenmesi gerekir. Kurgu dünyasında işin içine düzen girer. “Ele alacağım konu nedir?”, “hangi anlatım türünü kullanacağım?” soruları yanıt bulur. Yazarların anlattığı hikâyeler, sıradan ve gelişigüzel anlatıdan sıyrılmış, yaşamı anlamlandıran ve süsleyen sihirli kelimeler bileşkesidir. Bu yüzden Brezilya’nın Minas Gerais bölgesinde yaşayan Zeze’nin hikâyesini anlatan Şeker Portakalı yarım yüzyılı aşkın süredir beğeniyle okunur. Anlatılanlar okurda uyandırdığı etki ölçüsünde belleklerde yer edinir. Kimi hikâyelerin sonunda birisi sizi kollarınızdan tutmuş da olanca kuvvetiyle sarsıyormuş gibi hissedersiniz, kimi sırtınızı okşayıp, “Haydi pes etme” der, kimi en karanlık yanınızı açığa çıkarır. Bazı öykülerse bıkıp usanmadan yeniden okunur. Pal Sokağı’ndaki çocukları tanımayan var mıdır? Boka’nın cesareti, Nemecsek’in kahramanlığı bugüne kadar milyonlarca okuru ağlatmıştır. Acaba Ferenc Molnar o çocuklardan en çok hangisidir? Anlatan anlatının neresindedir? İngiliz yazar William Somerset Maugham, birinci tekil şahıs diliyle yazdığı öykülerin kendi başından geçmiş olaylar gibi algılanmasını istemez. “Bu yalnızca gerçekliğe benzemek için kullanılan bir oyundur” der. Pek çok yazar bu oyunu ustaca oynar. Bir köşeye gizlenip sözü tamamıyla karakterlerine bırakmasına rağmen okura “Acaba yazar kendini mi anlatmış?” diye düşündürür. Oysa satırlar arasında konuşan, düşünen, çatışan kişiler anlatıcının kimliğinden ve kişiliğinden oldukça farklıdır. Yazar, üslubunu her şeye hâkim bir anlatıcı rolüne bürünmeden de ortaya koyma yolunu seçmiştir. Örneğin Jerome David Salinger, Çavdar Tarlasında Çocuklar adlı yapıtında yetişkinlerin dünyasını romanındaki kahramanı üzerinden sorgular. Kendi gözlem yeteneğini ve bilgisini sınırlı tutar. Bir karaktere yaşam verip onu ayağa kaldırmak, karakterin gözünden olayları değerlendirip, onun sözleriyle konuşmak yazının en haz verici yönlerinden biridir. Yazar, dilerse kahramanını uzaya gönderip, orayı sinematografik unsurlarla anlattırabilir. Kurguya uymak şartıyla soğukkanlı tavır sergileyeceği bir olay karşısında kahramanının çileden çıkmasını sağlayabilir. Yazıda nelere odaklanılacağının kararı, anlatı mesafesini belirler. Bazı hikâyelerde ise yazar, bir sözle ya da yargıyla öne çıkabilir. Zaman zaman bize anlatanın kendisi olduğuna inandırır. Bunu yaparken amacı “Ben de buradayım” demek değildir. Aksine kurgunun inceliklerinde, anlatının gizemli labirentlerinde monologlar ve iç diyaloglar aracılığıyla gerilimi yükseltip yer yer çatışmaya zemin hazırlar. Böylece okurun ilgisini çekmeyi, merak duygusunu güdülemeyi amaçlar. Bu yüzden de öyküyü anlatması için oluşturduğu kurmaca kişinin, anlatıcının işine karışır. Çocukluğunda kıvırcık sarı saçlarından dolayı ailesi tarafından “Güneş Kralı” diye anılan Antoine de Saint-Exupery, Küçük Prens kitabının tanıtım bülteninde, “Hiç kimsenin kitabımı özensizce okumasını istemem. Bu anılarımı yazarken çok üzüntülü anlar yaşadım” diyerek belki de anlatıcının kim olduğunu bilmemizi ister. Yazar bir bakmışsınız, yaşadıklarını ve gözlemlerini hikâyelerine uyarlar, bir bakmışsınız bambaşka bir dünya kurgular. “Bu oldu, şu oldu” der ve “sonra ne olacak?” diye düşündürerek oyununa okuru da dâhil eder. Samed Behrengi’nin “Ölmek önemli değil. Önemli olan yaşamımla da, ölümümle de başkalarının üzerinde etkili olabilmektir” dedirttiği Küçük Kara Balık’ta hangimiz yaşamı sorgulamayız? Her hikâye aslında hikâyecinin “kendisi” olmakla, olmamasının keşfidir. Yeri gelir gizlendiği yerden göz kırpmadan duramaz okura, yeri gelir her satırda biraz daha yabancılaşır kendine. Borges, “Kimin için yazıyorsunuz?” sorusunu, “kendim, dostlarım ve akıp giden zamanın yumuşaması için” diye yanıtlar. Anlatılar zamanı genişletir, hızlandırır, yavaşlatır ve hatta durdurur. J. M. Barrie, Peter Pan adlı kitabında, “Sakın büyüme, bu bir tuzak” da der, “bütün çocuklar büyür, biri hariç” de… Hikâyelerin düşsel ve gerçekçi evreninde hepimiz biraz da öteki oluruz. Belki de bu yüzden hem herkesin hikâyesidir anlatılanlar, hem de hiç kimsenin.                                                                                                           

Bu içerik Dokuz Eylül Gazetesi’nden alıntılanmıştır. https://www.dokuzeylul.com/kultur-sanat/hikye-anlatanlarin-hikyesi-h169466.html